Bi kez yolum Güneydoğu Anadolu'nun en ilginç kentlerinden biri olan Mardin'e düştü. Bir zamanlar bir çok kültüre ve dine ev sahipliği yapmış olan bu yaşlı kentin tarihi dokusunun yavaş yavaş kayboluşunu izledim. Dar sokaklarında hayran hayran dolaştım.
O kadar çok şey not etmiştim ki... Fotokopiler, kitaplar okumakla tükenecek gibi değildi. Tam "bitti" derken yeni bilgi karşıma çıkıyordu. Bir haftalık yoğun bir çalışma sonunda, notlarımı çantama doldurdum ve Mardin'e doğru yola çıktım.
Bu kente bundan yaklaşık 25 yıl önce gitmiştim. Hatırlıyorum, oldukça zahmetli bir gidiş olmuştu. Doğu Ekpresi ile tam 3 gün 2 gece yolculuktan sonra Diyarbakır'a ulaşmış, oradan da otobüsle Mardin'e geçmiştim. Kaçakçılık ve kan davası röportajları için, sınır boyunda köy köy dolaşacaktım.
Bu gidişimde ise yolculuğum sadece iki saat sürdü. Yol boyu Mardin'in taş evlerini, labirent sokaklarını hatırlamaya çalıştım. Uçak Mardin Havalanı'nın pisttine konunca, içimi garip bir heyecan sarmaladı.
Mardin'i anlatmaya adının öyküsünden başlamak istiyorum. Mardin'in anlamı neydi ve nereden geliyordu?... Plinus'a göre kent adını, Nusaybin civarında yaşayan Mardani adlı Arap kabilesinden almıştı. Ortaçağ'ın ünlü yazarı Procopius kenti, bir kale-kent olarak Margdis diye anıyordu. Daha sonraki dönem Bizans yazarlarına göre, kentin adı Mardes'ti. Diğer kaynaklara göre Persler Marde, Ermeniler Mardi, Araplar Maridin demişlerdi. Bir başka kaynakta da kentin adı, Süryani dilinde kaleler kenti demek olan Marde'den geldiği yazıyordu.
Bunların yanısıra bir çok da söylence vardı. Dinlerin ve mezheplerin anayurdu, öylesine girift bir geçmişe sahipti ki, bunlardan hangisinin doğru olduğunu kestiremedim. Benim kestirmem önemli değildi. Kaynaklarda da herhangi birliktelik yoktu.
Bugünkü kenti anlatmaya başlamadan, biraz daha Mardin'in geçmişinde dolaşmaya niyetliyim. Çünkü Mardin'in önemi geçmişinde yatıyordu.
BEŞ BİN YILLIK TARİH
Verimli Mezopotamya ovasının ortasında yükselen, kalker ve lavlarla örtülü bir dağın yamacındaki kent, neredeyse bütün kültürlerin uğrak yeri olmuştu. Kentin doğum tarihi İ.Ö 3000 yılına dayanıyordu. İlk konuklar ise şöyle sıralanıyordu: Subarular, Sümerler, Akadlar, Hititler, İran'dan gelen Midiler. Daha sonra Asurlar, Urartular, Mitanniler, Aramiler, Persler... 2000 yıl sonra Büyük İskender. İlk Hıristiyanlar, 2. yüzyılda Romalılar, Sasaniler, hemen ardından Bizanslılar. Araplar, 9. yüzyılda Hamdaniler, 10. yüzyılın sonunda Mervaniler, 11. yüzyılda Türkmenler, 12. yüzyılda Artuklar. Haçlıların kılıç sesleri, ardından Eyyubiler sonra İlhanlılar. Karakoyun ve Akkoyun beylikleri. 16. yüzyılda Safeviler, Osmanlılar ve nihayetinde Türkiye Cumhuriyeti.
Notlarıma bakınca ürktüm. Böylesine renkli, zengin, karmaşık kültürlerin mirasçısı Mardin'i bir sayfaya nasıl sığdıra bilirdim?...
Kentin 1890 yılına ait bir dökümünde şunlar yazılıydı: Bir askeri hastane, 8 Türk hamamı, bir han, 700 dükkan ve mağaza, pamuklu mamulleri için çok sayıda zenaat yeri, bir mücevharatçı, iki saatçi, iki dökümhane, iki kumaş fabrikası, bir yünlü kumaş fabrikası, üç ticari eşya komisyoncusu, 16 tüccar, bir sarraf, bir avukat, iki kitapçı, bir eczacı, iki eczane, üç tabib, üç terzi, bir şarap ve likör imalatçısı ve taciri, iki pastane, üç porselen ve cam eşya dükkanı.
1901 Diyarbekir Vilayet Salnamesine göre, okul ve ibadet yerlerinin dağılımı ise şöyleydi: 20 cami, 45 mescit, 10 kilise, 3 manastır, 3 medrese, bir idadi (lise), 3 iptidaiyye (ilkokul), 5 sıbyan mektebi (dini kökenli mahalle okulu), 3 Hıristiyan mektebi.
Uçaktan iner inmez uzakta, dağın tepesindeki Mardin tüm haşmetiyle göründü. Araba kente doğru yaklaştıkça, yontma taştan yapılmış, taş ustalarının göznuru döktükleri, ünlü Mardin evlerinin güzellikleri daha da belirginleşti. Birbirinin üstüne yığılmış gibi duran, bu muhteşem yapıların arasına kondurulan yeni evler, adeta çürük bir diş gibi sırıtıyordu. Hele toprak rengi kentin ortasından yükselen mavi boyalı Türk Telekom binası, tam bir çirkinlik abidesiydi. Yeni yapılar yapılırken, kentin ortaçağ mimarisini yansıtan görünümünü, dokusunu korumak gibi kaygılar taşınmadığı bir bakışta belli oluyordu.
OVA,ÇÖL VE DENİZ
Mardin'e ilk gittiğimde, kentin ortasından tek bir cadde geçerdi. Sanki ikicisi varmış gibi bu caddeye, "Birinci Cadde" adı verilmişti. Bütün sokaklar bu caddede başlar ve biterdi. Şimdi kentin eteğine, bu caddeye rakip yeni bir cadde daha açılmıştı. Araba beni, kaleye en yakın bir noktada, Zinciriye Medresesi'nin yakınında bıraktı. Burdan aşağı o daracık, labirent gibi gizemli sokaklardan yürüyerek inecektim. Taş ustalarının tüm hünerlerini sergiledikleri medresenin önünden zor ayrıldım.
Bulunduğum yerden Mardin'i kuşbakışı görüyordum. Düz damlarda yaz aylarında karyola işlevini gören "taht"lar duruyordu. Dağın bitiminde ise yeni yeni yeşermeye başlayan ova uzanıyordu. Ufukta Suriye vardı. Mardinliler kentlerini anlatırken, "arkamız dağ, önümüz çöl" diyorlardı. Sanıyorum bu, ovanın gerçekten çöl olduğu dönemlerden bugüne taşınanan bir tanımdı. Kentte kaldığım bir gece, manzarayı seyrederken onların çöl dediği ovayı ben denize benzetmiştim. Gece karanlığında yansıyan ışıklar yüzünden, köyler birer ada gibi görünüyordu.
Manzara seyrinden sonra, iki yanı yüksek duvarlarla çevrilmiş, güneşsiz, dar ve baharat kokulu sokaklarda amaçsız ve adressiz yürümeye başladım. Araç girmediği için çöplerin eşeklerle toplandığı bu güzelim sokaklar, pislikten geçilmiyordu. Döne döne uzanan sokaklardan, bir iniyor bir çıkıyordum.
Abbara denen geçitlerle birbirine bağlanan sokaklarda, bugün değilde geçmiş yaşanıyordu. Küçücük dükkanlarında ter döken ustaların ürettikleri eşyalar, büyük kentlerde çoktan kullanımdan kalkmıştı. Örneğin semerler, keçeler, bakır kovalar, çeyizlere konacak oymalı dolaplar... Her köşeyi dönünce değişik bir görüntü karşıma çıkıyordu: Sakatat satan dükkanlar, baharatçılar, kuruyemişçiler, kalaycılar, eskiciler. Küçük mangalların etrafında toplanmış olan esnaf müşteri bekliyordu. Hem koku hem havada uçuşan Arapça sözcükler yüzünden, zaman zaman bir Arap kentinin sokaklarında dolaştığımı sanıyordum.
ÇAN VE EZAN SESİ
Beni en çok şaşırtanlar da, arkalarındaki yüklü sepeti, alınlarına bağlı bir kuşakla taşıyan hamallar oldu. Mardin'de hiçbir sokağa araba girmediği için, bu sırt hamalları çok rağbetteydi. Kentteki her türlü taşıma işini bu hamallar gerçekleştiriyordu. Kentin vazgeçilmez simalarına nedense, "senatör" lakabı yakıştırılmıştı. Benim elimi kolumu sallayarak çıkmakta zorlandığım dik yokuşları, onlar sırtlarında onlarca kilo ağırlıkla, hem de türkü söyleye söyleye tırmanıyorlardı. Mardinli'lerin dar sokakları aşmakta kullandıkları diğer cefakar bir dostta eşeklerdi.
Ezan ve çan seslerinin birbirine karıştığı bu sokaklara, bir çok tarihi yapının kapısı açılıyordu; Bir yanda Ulu Cami'nin ulu minaresi, bir yanda Latifiye Cami'nin daracık bir kapıdan girilen avlusu görüntüye giriyordu. Taşın şiire dönüştüğü Zinciriye Medresesi'nin kapısı, daha aşağıda Mar Mihail Kilisesi'nin çan kulesi, kentin kültürünün renklerini simgeliyordu. Gezilecek görülecek o kadar çok tarihi mekan vardı ki: Kasımiye Medresesi, Şah Sultan Hatun Medresesi, Firdevs Köşkü, Şehidiye Medresesi, Revaklı Çarşı, Mar Mihail Kilisesi, Deyrülzafaran Manastırı... Bunlar ilk hamlede aklıma gelenlerdi.
Sokaklar bitmemişti ama ben tükenmiştim. Birinci Caddeye çıktığımda, ciğerlerim bir kalaycı körüğünü andırıyordu. Mardin'i dolaşabilmek için, yüksek bir kondisyona sahip olmak gerektiğini anladım. Biraz soluklandıktan sonra telkari ustalarının atölyelerini ziyaret ettim. Tahta çekiçleri, körükleri ve parmakları ile gümüş tellerle şahaserler yaratan ustaları seyrettim. 14. yüzyıldan beri babadan oğula, nice güzellikler üretildiğini dinledim.
KAYBOLAN BİR RENK
Daha sonra kente 3 kilometre mesafedeki Deyrülzafaran Manastırı'na gittim. Bu kutsal mekanda, bu topraklarda doğup buradan bütün dünyaya yayılan Süryaniler'in ibadetlerini izledim. Doğduğu topraklarda parmakla sayılacak kadar az Süryani cemaati kaldığını öğrenince, ülkenin bir renginin daha kaybolduğunu düşünüp üzüldüm.
Kaldığım Öğretmen Evi yeni kentin kurulduğu dağın eteklerinde yer alan bölgedeydi. Oraya doğru inerken, aşağıda yükselen yeni binalara baktım. Hiçbirinde yörenin mimarisini yansıtan bir çizgi yoktu. Aslında binalar yapılırken estetik kaygılar bir yana bırakılıp, kibrit kutusu görünümde düz binalar tercih edilmişti. Kısacası Yenişehir'de kurulan yeni Mardin, eski Mardin'e hiç benzemiyordu.
Mardin'in taş binaları kadar yemekleri de çok meşhur ve lezzetli. Bu bölümü gelecek haftaya bırakıyorum. Acı kahveden mumbar dolmasına, içli köfteden çiğ köfteye, Mardin'in kuruyemiş düşkünlüğüne kadar tüm lezzetleri bir sonraki yazıda anlatmaya çalışacağım.
Gitmeye niyetelenirseniz
Mardin, Ankara aktarmalı uçaklarla artık Batı'daki kentlere çok yaklaştı. Bir haftasonu Güneydoğu'nun bu renkli kentine gidip, kültürler arasında dolaşabilirsiniz. Kentin içindeki tarihi eserleri, Süryani kültürüne ait yapıları, baraj sularının tehdit ettiği Hasankeyf Köprüsü'nü ve kalesini görmek yörenin lezzetli yemekleri, el sanatları ve misafirperver insanları ile tanışmak size başka hazlar verecektir. Ama kentte konaklama ve yemek konularında sorunlar tam olarak çözülmüş değil. Ben, yerel lezzetleri tadacak lokanta bulamadığım için evlerde konuk olup, ev sahiplerinin pişirdiği yemekleri yedim. "Çat kapı" evlere giremeyeceğim için, bu yöreye tur düzenleyen Quality Turizm "0 (212) 257 66 15" bana yardımcı oldu. Daha bilinçli gezmemi sağladı. Eğer Mardin'e doğru bir geziye niyetlenirseniz, böyle bir yardım almanızı öneririm. O zaman geziniz daha az sorunlu olur.
Yorum Gönder