Şair Özdemir İnce, 44 yıl aradan sonra gittiği Mersin'in sokaklarında, çocukluğunun görüntülerini boşuna aradı durdu. Ne Gümrük Meydanı'nı ne Azak Hanı'nı ne Yoğurtçu Pazarı'nı Ne Mebus Hamdi bey'in evini bulabildi. Çekirdek kentin yokoluşunu görünce, "eşekten düşmüşe" döndü ve içinden "buraya barbarlar gelmiş" diye geçirdi.
Mersin'i ilk gördüğümde, Özdemir İnce'nin hayıflanmakta ne kadar haklı olduğuna karar verdim. Sahil boyunca uzanıp giden yüksek binalar, dünden kalan tüm izleri silip yoketmişti. Kent deniz kıyısındaydı ama denizden uzaklaşmıştı. Güzelim portakal bahçeleri, taş blokların kurbanı olmuştu. Mersin, portakal çiçeğinin kokusuna hasret kalmıştı... Sanırdınız ki burası, taş çatlasa 30 yıl önce kurulmuş gencecik bir kentti. Halbuki "Cilveli Mersin"in tarihi, binlerce yıl öncesine dayanıyordu. Yapılan her arkeolojik kazıdan sonra karşınıza yeni bir çağ çıkıyordu; Kalkolitik, İlk Tunç ve Orta Tunç çağlarından beri insanlar bu yöreyi mekan tutmuşlardı.
Kentte dünden bugüne konaklamış devletleri şöyle sıralamak mümkündü: Hititler, Asurlar, Fenikeliler, Frigyalılar, Yunanlılar, Selefkoslar, Araplar, Selçuklar, Karamanoğulları ve Osmanlılar. Böylesine üstüste binmiş kültür katmanı, Mersin'i çok renkli bir kent haline getirmişti. Bu yüzden de buraların insanının mayası hoşgörü ile yoğrulmuştu. Bunun en güzel örneği de Mersin Mezarlığı'nda sergileniyordu. Burada Müslüman, Hıristiyan, Yahudi dinlerinden ölüler huzur içinde yanyana yatıyordu. Bu görüntüye, dünyanın bir başka yerinde rastlamak olanaksızdı.
HERŞEY MERSİN İÇİN
Benim gezimi İçel Sanat Kulübü organize etmişti. Başka kentlerde eşi benzeri bulunmayan bu kulüp, hemşehrilerini sanatın çeşitli dalları ile tanıştırabilmek için canla başla çalışıyordu. Keza birçok kuruluş da Mersin'in tanıtımı için adeta seferber olmuştu. Örneğin; Deniz Ticaret Odası kenti tanıtacak, kalkındıracak bir çok girişimi destekliyor, sponsorluk yapıyordu. Mersin için kendini adayan kişilerin sayısı da oldukça çoktu. Örneğin yaptığım gezi sırsında jipi ile ulaşım işini üstlenen ve dağ bayır demeden direksiyon sallayan Gabrielle Makzume, bir an olsun yanımızdan ayrılmayan ressam Doğan Akça, gönüllü rehberlerim Ali Merzeci ve mimar Semihi Vural, arkadaşlarını organize edip, unutulmaya yüz tutan Mersin yemeklerinden bir ziyafet hazırlayan Mina Lokmanoğlu ve diğerleri... Sayısız yer gezdim, kentine bu kadar düşkün insanlara çok az rastladım.
Yukarıda da dediğim gibi, çağdaş Mersin'in içinde geçmişi anımsatan pek bir şey kalmamıştı. Ama çevre inanılmaz tarihi yapılarla doluydu. Gezime, Mersin'in artık ortalık yerinde kalmış olan Soli/Pompeipolis antik kentinden başladım. Halkın Viranşehir diye adlandırdığı bu antik yerleşim alanının ilginç bir kuruluş hikayesi vardı. Romalı komutan Pompeius, kendine boyun eğen ve bir daha korsanlık etmemeye karar veren eski korsanları çoluk çocuk buraya yerleştirmişti.
Antik çağın ünlü coğrafyacısı Strabon, Soli hakkında şunları yazmıştı: "Burası diğer Kilikya'nın başlangıcıdır. Soli, Akhalar ve Rodoslular tarafından kurulmuştur. kentin ünlü yerlileri arasında babası Tarsus'tan göç etmiş olan stoik filozof Khrysippos, güldürü şairi Aratos vardır."
ADIM BAŞI TARİH
Kentin içinden antik limana doğru uzanan sütunlu cadde, limandaki ilkçağdan kalma mendirek, kazdıkça altından çeşitli kültür katmanlarının çıktığı höyük, geçmişteki yaşam konusunda önemli ipuçları veriyordu. Oradan Mersin-Silifke yolu üstünde, Ayaş Köyü'ne 3 km. uzaklıktaki Kanlıdivane'ye gittim. Burası ilkçağların tapınaklar kentciği idi. Ortaçağda Kanytelida olan adı, Türkçe'ye Kanlıdivane olarak aktarılmıştı. Bir söylentiye göre, tapınak duvarlarında kullanılan kırmızı renkli sıva, bu adın verilmesine neden olmuştu. Bu küçük kentin ortasında, büyükçe bir obruk yer alıyordu. Bu obruğun etrafına ise tapınaklar ve erken Hıristiyanlık döneminden kalma kiliseler sıralanmıştı. Aradan yüzyıllar geçmesine rağmen, tüm bu yapılar görkemlerinden hiç bir şey kaybetmemişlerdi.
Daha sonra Sandal Dağı'nın etrafında dolaştım durdum. Öküzlü'de, Emirzeli'de, Çatıören'de gördüğüm ve hala ayakta kalmayı başarabilmiş yapıları, şaşkınlıkla karışık bir hayranlıkla izledim. Bu eserlerin bir çoğunun, köylüler tarafından hayvan barınağına dönüştürüldüğünü gördüm. Hatta bazılarının çatısının örtülüp, ev olarak kullanıldığına şahit oldum. Dağ köylerindeki evlerin, bahçe duvarlarının, antik çağın taşlarıyla örüldüğünü görünce yüreğimin sıkıştığını hissettim. Köylüler bu duvarları örerken pek yorulmamışlardı. Çünkü taşlar, asırlar önceden yontulmuş, düzeltilmiş ve yapılarda kullanılmıştı. Köylülere sadece onları yerlerinden söküp taşımak kalmıştı. Onlar bu taşları bir yapıdan koparıp, diğer yapıya koyarken tarihin izlerini sildiklerinin farkında bile değildi. Ve kimse farketmeleri için onlara yardım etmemişti.
LAMOS KANYONU
Ayaş'ta, daha dün yapılmışçasına dimdik ayakta duran lahitleri de hayran hayran seyrettim. Onların hemen yanıbaşında yapılan villaları görünce çok şaşırdım. Sit alanındaki bu yapılaşmaya hangi densizin, nasıl izin verdiğine akıl erdiremedim.
İki gün boyunca durmadan gezdim ama çevredeki kalıntıların, antik yerleşim alanlarının yarısını bile göremedim. Çevre tarihi eser bakımından öylesine zengin, öylesine şaşırtıcıydı ki, sadece bu nedenle Mersin'e bir kez daha gitmeye karar verdim. Hele limon bahçelerinin arasından kıvrıla kıvrıla indiğim Lamos Kanyonu'nu (Kayacı Vadisi) görünce, bu kararımı iyice pekiştirdim. Tabanı limon ağaçları ile kaplı olan bu kanyonda da antik çağ yaşamından izlere şahit oldum. Limon ağaçlarının arasından kıvrılarak akan dereye bakıp, burada bir kulübe sahibi olma hayalini bile kurdum. Kanyonun insanı içine çeken sihirli havasından kendimi zor kurtardım.
Gezimi Narlıkuyu Koyu'nda, rengi turkuvazdan laciverte doğru uzanan Akdeniz'i seyrederek yediğim lezzetli Lagos balığı ve ilk kez tattığım deniz koruğu turşusu ile noktaladım. Damağımda yeşil salatanın üstüne gezdirilen nar ekşisinin, tatlı-ekşi tadını hala hissediyorum.
Mersin, mutlaka gidilesi bir yer. Belki kentin içi değil ama çevresindeki cennet yaylalar, tıklım tıklım tarih dolu dağlar, Mersin'in tüm cilvesini dışa vuruyor, davet ediyor. Gezi programınıza Tarsus'tan başlayıp, Silifke'de sona eren bir rota koyarsanız hiç pişman olmazsınız. Aksine, güneyin bu sıcak insanları ve çok renkli kültürüyle tanışmak sizi mutlu eder.
not:mehmet yaşin beyefendiden alıntıdır
Yorum Gönder